#genelkulturmantari hesabından tanıdığımız Seda Elyıldırım STH Team’in konuğu oldu. Hepimizin geçtiği sokakları bir başka gözle görüp çok ilginç bilgiler aktaran Seda Elyıldırım okurlarımız için Karaköy’ü dolaştı. Seda Elyıldırım’ı yakından tanımak ve Karaköy’ün saklı güzelliklerini keşfetmek için bize eşlik etmek ister misiniz?
Söyleşi: Martı Zeyrek
Fotoğraflar: Seda Elyıldırım
Sizi tanıyabilir miyiz? Bu merakınız nasıl başladı, eğitiminiz mi, okuma merakınız mı, gezme merakınız mı itici güç oldu?
Ben Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Yönetimi Bölümü mezunuyum. Şimdi de Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi Tarih Bölümü 3. Sınıf öğrencisiyim. Aynı zamanda grafik tasarımcısıyım ve kendi tasarımlarımı ürüne çevirdiğim bir de tasarım markam var. Benim tarihe ve yaşadığım çevreye, özellikle ev ve apartmanlara olan ilgim çocuk yaşlardan itibaren vardı. Daha 14 yaşındaydım hatırlıyorum fotoğraf makineme film koyup, sokak sokak yürüyüp beğendiğim evlerin, sokakların fotoğraflarını çekerdim.
Instagram hesabınızı açarken bu denli ilgi göreceğinizi tahmin ediyor muydunuz? Orada da etkileşimli bir iletişiminiz var artık değil mi? Bazen sorular sorup sizin gibi ilgili ve meraklı takipçilerinizden yanıtlar alıyorsunuz.
Aslında herkes çok gezdiğimi sanıyor ama hayır, ben gezmiyorum. Ben sadece yaşadığım şehrin farkına varıyorum. Çoğu insan yaşadığı çevrenin farkında değil. Her gün önünden geçtikleri şeyleri ben gösterince ilk kez görmüş gibi şaşırıyorlar. “Ben bu sokakta 15 sene oturdum ama bu ev, bu seramik hiç dikkatimi çekmemişti” diye yazan o kadar çok insan var ki…
Artık insanlarda yaşadığı çevreye daha dikkatli bakmak adına bir farkındalık oluştuğunu söyleyebilirim.
Plansız ve tek başıma geziyorum. Bazen Marmaray’da giderken daha evvel hiç inmediğim bir durakta inip o semtin ara sokaklarına karışıyorum. Tabir-i caizse semtin altından girip üstünden çıkıyorum. İstanbul’da her semtin kendine has bir dokusu, sesi, hikayesi var. Onu dinleyerek dolaşıyorum. Duvarına yaslanıyorum, çeşmesinde serinliyorum. Hiçbir şey yapmadan oturuyorum, izliyorum. Ağacının altında soluklanıyorum, sırt çantamdaki kaynak kitaplarımı okuyorum. Eski yaşam alanlarından kalmış izlerin peşine düşüyorum. Bu bazen bir apartman tabelası, bazen bir çeşme, bazen de eski bir kapı olabiliyor. İstanbul o kadar zengin ki, her seferinde illa ki keşfedecek yeni bir şey ile karşılaşıyorum. En çok da sözlü tarihe önem veriyorum, semtin eskileriyle sohbet ediyorum. Bazen bir banka oturmuş soluklanan bir amcadan, bazen de camdan etrafı seyreden yaşlı bir teyzeden bölge hakkında bilgiler alıyorum. Ve yürüyorum. Yaşadığınız şehri yakından tanımak istiyorsanız şayet yaya olarak dolaşmalısınız. Çünkü yürürken yakaladığınız detayları arabayla seyir halindeyken fark etmeniz mümkün değil.
İstanbul’da gündelik yaşantı pek çok kişi için oldukça yoğun. Çoğumuz çevremizdeki detaylara bakmadan bir koşturma içerisinde yaşıyoruz. Böyle olunca da sadece trafik, kalabalık vb. gibi şehrin olumsuz özelliklerini görüyoruz ve hatta buradan kaçmayı bile düşünüyoruz. Sizin paylaşımlarınız bu şehrin güzelliğini ve değerini tekrar hatırlatıyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz? İstanbul’u nasıl tanımlıyorsunuz?
Ben dünyaya gözlerimi İstanbul Kadıköy’de açtım. Köklerim burada can buldu. Küçükken burada kuma, toprağa bulandım, burada bisiklete binmeyi, yüzmeyi burada öğrendim. Ağaca burada tırmandım, dalından dutu, eriği yine burada yedim.
Kalabalık, pahalılık ve azalan yeşil alanlar ve en çok da son göç politikaları yüzünden bu şehirden gitmek isteyenleri anlayabiliyorum elbette. İstanbul istiap haddini çoktan doldurmuş durumda.
Bu şehirden ayrılmak isteyen insanlara şunu söyleyebilirim belki, bir günlerini şehri yaşamaya ayırsınlar. Kimseyle değil tek başına. Bir kış günü Vefa’ya boza içmeye gitsinler mesela, ya da bir yaz günü vapura binsinler püfür püfür. Cihangir Camii’nin bahçesinden o müthiş manzarayı izlesinler, ya da Kirazlı Mescit’in avlusunda kendilerini dinlesinler.
Emin olun İstanbul’un hala ve “bize” rağmen çok güzel bir şehir olduğunu göreceklerdir.
Geçmiş zamanda sanata, zanaata daha çok mu değer veriliyordu acaba? Karaköy’de Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun duvardaki eserlerini görünce insan bu hisse kapılıyor.
İstanbul’da 1960-70 senelerinde gerek konut mimarisinde gerekse kamusal yapılarda mimar sanatçı iş birliğinin yoğun olduğu bir dönem olmuş. Yapılarda sanat eserine yer verilmesi başlı başına bir kent bilincinin ve uygarlık anlayışının sonucu. Günümüz yapılarında bu anlayış ve iş birliğini görmek pek mümkün değil maalesef.
Okuyucularımızı sizinle bir Karaköy yolcuğuna çıkarmak isteriz, onlara sizin gözünüzle gördüklerinizi aktarabilir miyiz?
Karaköy eski bir liman ticareti kentidir. İsmini Karaim Yahudileri’nden aldığı düşünülen semti bir günde gezmek pek mümkün değil. Şayet niyetlenirseniz hakkıyla gezmek için en az 1 hafta ayırmanız gerekir.
Bölge ile ilgili bildiklerimiz, Cenevizlilerin, 13. yy’da Roma’nın güç kaybettiği bir dönemi fırsat görerek bölgeye hakim oldukları ve bu bölgede yüzyıllar boyunca ticareti ellerinde tuttukları yönünde. Bizans ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tüm tahıl, gıda, bakliyat, kumaş ihtiyacı bu limana yanaşan gemilerden şehre ulaşmış. Burada bir koloni kurup özerk bölge haline getirdikten sonra etrafını surlarla çevirmişler. En yüksek yerine de gözetleme amacıyla, bence İstanbul deyince ilk akla gelen yapı olan Galata Kulesi’ni inşa etmişler.
Zaman içinde ticaretin deniz üzerinden başka noktalara kaymasıyla, Karaköy eskiye göre önemini bir miktar kaybeder.
Fakat bu kez de 1838’de İngiltere ve Fransa ile yapılan Serbest Dış Ticaret Anlaşmaları sonrası Osmanlı’nın finans merkezi olur.
Batılı devletler burada birbiri ardına bankalar açar. 19. Yüzyılın son çeyreğine varıldığında Karaköy artık Osmanlı’nın finans merkezi konumundadır.
Dev ticaret binaları, iş hanları inşa edilir. İstanbul’un ilk ticaret borsası, bankası burada açılır. Liman kenti olmasından dolayı kozmopolit bir yapısı vardır. Eski ve yeni, Doğu ve Batı, iş ve eğlence hepsi bir aradadır. Bir dönem Bolşevik Devrimi’inden kaçan Rusların da yerleşmesiyle başka bir kültürel zenginlik daha eklenir bünyesine.
1956 yılına geldiğimizde ise, dönemin Başbakanı Adnan Menderes tarafından başlatılan “İstanbul’da İmar Hareketi” kapsamında Karaköy Meydanı’ndaki birçok tarihi yapı ne yazık ki yıkılır. Karaköy Meydanı yıkımları sırasında birçok tarihi yapı zarar görür.
Başta da dediğim gibi Karaköy’ü bir güne sığdıramazsınız ama size görmeniz için birkaç yeri yazabilirim;
Bölgenin en önemli banker ailelerinden biri olan Abraham Salomon Kamondo’nun torunlarının okula rahatça kestirme yoldan gidebilmesi için inşa ettirdiği Kamondo Merdivenlerini görmeden,
Galata Kulesi’ne çıkıp Hazerfen Ahmet Çelebi’nin kendini buradan rüzgara bırakıp da Üsküdar’a konduğunu hayal etmeden,
Karaköy Palas’ı, Minerva Han’ı, Zincirli Han’ı, Saint Pierre Han’ı ve Mimar Alexandre Vallaury’nin yaptığı Abed Han’ı görmeden,
Salt Galata’da araştırmanın büyüsüne kapılmadan,
Saray Muhallebici’sinin içinde duvarları süsleyen Bedri Rahmi Eyüboğlu mozaiklerini görmeden,
Kurşunlu Han’da çay ocağından kendinize bir çay söylemeden soluklanmadan ve yine avlusunda bulunan Bizans sütunundan devşirme çeşmede ellerinizi yıkamadan.
Perşembe Pazarı’nın kaosuna girmeden,
Yeraltı Camii’de dua etmeden,
Çatı kiliselerinden görünen eşsiz manzaraya bakmadan,
Mabel‘den çikolata kaplı badem ezmesi almadan,
Tarihi Galata Simitçisi’ne uğramadan,
Güllüoğlu’ndan eve götürmek üzere bir ufak baklava paketi sardırmadan,
Tasarım dükkanlarını gezmeden,
Yeni nesil kahvecilerin atmosferini koklamadan Karaköy’den dönmesinler derim.
Çok geniş bir konu olsa da, kent kültürünü ve belleğini korumak için yapılması gerekenler hakkında görüşlerinizi alabilir miyiz?
Kent hafızası dediğimiz şey sadece yapılardan oluşmuyor aslında. Sokaktan gelen seyyar satıcının sesinden tutun da, köşe başındaki 70 yıldır lezzetini bozmayan muhallebiciye, film bitene kadar koçanını sakladığımız semt sineması, çarşısı, pazarı, delisi, kedisi, köpeği ile kentsel hafızayı bir bütün olarak değerlendirmek lazım.
Ama evvela kentsel dönüşüm nedeniyle yıkım tehdidi altında olan yapı ve eserleri korumaktan başlamak gerekir. Mesela Bağdat Caddesi’nde 1940-50 dönemine ait, tek katlı evler yok denilecek kadar azaldı. Bu yapıları tescil ettirmek gerekir.
Koşuyolu Mahallesi de aynı şekilde, 1950’li yıllarda yapılan Emlak Bankası Evleri hızlı bir şekilde yıkılıp yerine soğuk ruhsuz iş merkezleri yapılıyor. Mahalle dokusunu kaybetmek üzere.
Ayrıca; kentsel dönüşüm kapsamında yıkılan apartmanlardaki seramikler, rölyefler ya da yağlı boya apartman duvar resimleri ve el işçiliği apartman tabelalarını bir an evvel koruma altına almak gerekiyor. Tabi tüm bunlar için yönetim ve belediye bazında üniversite destekli çalışmalar yapılması gerekiyor.